Simge Psikoloji

MAKALELERİMİZ

Category filter:Allİvet KohenLayza OvadyaSelin KasutoSezen Gücükkılınç
No more posts
ocuğun-Tatili.jpg

Yazar : Layza OVADYA, Uzman Psikolog – Oyun ve EMDR Terapisti

Bayram tatili ile birleşen koca bir 3 hafta geliyor. Hele çalışmayan bir anne iseniz, belli birkaç günden sonra okulların açılmasını sabırsızlıkla bekleyip, okulu bir kurtarıcı gibi görerek ve istemeden de olsa bunu yansıtarak ilişkinizi zedelemeyin. Huzurla karşılanması gereken bu tatil döneminin hem çocuklara, hem de anne-babalara keyif verebilmesi için iyi bir program yapılmalıdır.

Okul öncesi grubu çocuklarla bu süre daha bol faaliyetli geçirilebilirken, özellikle ilkokul birinci sınıf çocukları için akademik bir program düzeni dahilinde, bıktırmadan diğer faaliyetlere de zaman ayrılmalıdır. Tatilinizi, evde geçirmeyi planlıyorsanız 3 haftalık bir günlük takvim hazırlayarak, çocuğun varsa ödevleri, yoksa da yapması gereken tekrarlara ayrılacak zamanları planlayarak çizelge oluşturmak ve çocukta da bunun somut hale gelmesini sağlamak faydalı olacaktır. Yapılacak olan akademik çalışmalar için genelde en verimli olunan sabah saatlerinin seçilmesi gereklidir. Çizgi film zamanı veya ev dışındaki faaliyetlerin hedeflenen çalışma bittikten sonra gerçekleştirilmesi, çocuk açısından daha verimlidir. Çizgi filminin yarısından kalkıp veya eve ders çalışmak için arkadaşından dönmeyi hangi çocuk sorun çıkarmadan gerçekleştirebilir ki? Çok az! Dolayısıyla onlara da haksızlık edilmemelidir.

Fiziksel gelişimlerinden dolayı, okul öncesi yaş grubuna yönelik çok az sportif faaliyet varken, sanatsal faaliyetlere katılım artmaktadır. Çocuğunda başarı alanlarını göz önünde bulundurarak, bu dönemi yeteneklerini keşfetmek amacıyla da değerlendirebilirsiniz. Yönlendireceğiniz hobinin de ileriye yönelik, çocuk açısından gerek arkadaş bulma, gerek özgüven, gerekse ilgi alma açısından bir kurtarıcı olabileceğini de göz ardı etmeyin. Okul öncesi yaş grubu yüzme, jimnastik, aikido, yoga, bale, dans,drama, resim, seramik, enstruman çalma gibi faaliyetlere, yeteneği de göz önüne alınarak, yönlenmekle; ilkokul yaş grubu bunlara ek olarak bilgisayar, basketbol, voleybol, tenis gibi aktivitelerde de yer almaktadır. Amaç, böyle uzun tatilleri fırsat bilerek çocuğa yeteneğini keşfettirmek olması gerekirken, hedef ise bir sürü aktivite denedikten sonra hiçbir meşguliyeti olmayan doyumsuz, ergenler yetiştirmek olmamalıdır.

3 haftalık bir tatil… hangi gözlüğü takarak, çocuğa yaklaştığınız önemli. Tatil çok uzun, ancak unutmayın ki, birlikte geçirilen zamanlar çok değerli. Anne-çocuk, baba-çocuk ve üçlü , dörtlü.kaliteli zaman geçirerek, yaptığınız ve yaptırdığınızdan keyif alarak, duygu paylaşımına bol zaman ayırarak, çocuğa bu duyguyu yansıttığınızda, anılarındaki en değerli ve tartışmasız geri dönüşü olmayan dakikaları yaratmış olacaksınız ve sıra onların da ebeveyn olmalarına gelecek!


Ben-De-Yıldızlara-Gitmek-İstiyorum-1200x675.jpg

Yazar : Layza OVADYA, Uzman Psikolog – Oyun ve EMDR Terapisti

Ölüm her canlının hayatında doğal ve kaçınılmaz bir olgudur. Üzerinde hakimiyet ve kontrol sağlayamadığımız bu gerçekle yüzleşen çocuk, ergen veya yetişkin çaresizlik duygusuyla başbaşa kalır. Bu acıklı deneyimi yaşayan insan, endişe ve kaygıyı yenmek için savunma mekanizmalarını kullanır. Bilinçli veya bilinçsiz,en sık kullanılanı da ölümü reddetmek, kabullenmemektir.

Çocuğun ölüm kavramını nasıl algıladığı ve değerlendirdiği 1940’ların sonlarına doğru araştırılmaya başlanmış, araştırmalar sonucunda bilişsel gelişim ile ölüm kavramını algılama arasında önemli bir ilişki olduğu saptanmıştır.

Ölüm, tezatlar içindeki yaşamın ayrılmaz bir parçasıdır. Ölüm ile yüzleşen çocuk, kayıp sürecinde ve gelecekte duygusal ve davranışsal sorunlar yaşama riski taşır. Bu yüzden de,doğal olarak oluşan kaygı ve endişeyi yenmek için, yetişkinlerin, öğretmenlerin, pedagog ve psikologların yardımına ihtiyaç duyar.

Ölüm hakkında konuşmaktan çekinen anne-baba, çocukta bu tabu hakkında merak uyandırır, ardarda gelen sorularla karşılaşır. İşte bu noktada verdiği cevaplar, çocuktaki bilişsel ve duygusal yapının doğru veya yanlış oluşmasında etkili olur.

Smilansky’e göre, çocuk ölüme iki ayrı açıdan yaklaşır:

1) Bilişsel Yaklaşım: Çocuk, “ölüm nedir, ölüm ve yaşam arasındaki ilişki nedir, ölen kişi bütün yaşam özelliklerini kaybeder mi?” gibi sorulara cevap arar.

2) Duygusal Yaklaşım: Çocuk, “yakını ölen biri ne hisseder, gömüldükten sonra ölen ne hisseder, ölümden kim sorumludur?” gibi sorulara cevap arar.

Çocuk bu soruların cevaplarını çevresindeki yetişkinlerin yardımıyla öğrenir. Gerçek, fanteziler kadar ürkütücü olmayabilir. “Ölen gökyüzünde, yıldızlarda, Allah Baba’nın yanında, uyuyor”, şeklindeki açıklamalar çocukta fantazilere ve yetişkinin tahmin edemeyeceği düşüncelere yol açabilir. Burada bazen eksik olsa da yanlış açıklamaların yapılmaması önemlidir. Ölümü kendi kafasında çözümleyemeyen bazı anne-babalar çocuğun sorularına duygusallıkla cevap verebilir ve yukarıda sözü edilen fantezilere neden olabilirler, bu cevaplar hem kendi duygularını koruyucu niteliktedir, hem de çocuğu tatmin etmekten uzaktır.

Ölümün çocuk tarafından algılanması, bilişsel gelişimine ve yaşına göre farklılık gösterir:

1) 0-2 yaş dönemi: Ayrılığı ilkel düzeyde anlayan çocukta ölüm kavramının da ilkel temeli oluşur. Bu yaşta somut bir ölüm kavramının olmadığını belirten uzmanlar, çocuğun, yaşadığı ayrılık deneyimlerinin sonundaki var olmama ile ölüm arasında bir ilişki kurabildiğini savunurlar. 2 yaşına doğru süreklilik kavramı gelişmeye başlasa da, çocuğun bağlandığı kişiden sürekli olarak ayrılması ile geçici olarak onu kaybedip bulması arasındaki farkı algılamaya başlasa da, ölüm olayını çok iyi anlayamaz, ancak ayrılık anksiyetesi yaşar. Kısa ayrılıklarda çocukta ağlama, aşırı hareketlilik gözlenirken, uzun ayrılıklarda kilo kaybı, yeme bozuklukları, apati, gelişim gecikmeleri gözlenmektedir.

2) 3-5 yaş dönemi: Canlı bir varlığın hareket ettiğini ve ses çıkardığını fark eden 3-4 yaşlarındaki çocuk, hareket etmeyen bir böcek veya kuş gördüğünde, hareketsizliğinin nedenini sorar. Ölümü yaşamın başka şekli gibi algılayan çocuk, hareketsizliği ve uykuyu ölüm ile karıştırır. 5 yaşına kadar çocuk, ölümü geçici ve geri dönülür bir olay gibi algılar. Ölen kişi onu duymakta ve görmektedir. Ölümü geri dönüşü olan bir ayrılık veya çok uzaklara gidiş olarak algılayan çocuk, beklenti içine girer. Bu da çocuğun ölen kişiden kopmasını zorlaştırır. Benmerkezci olan bu yaş çocuğu, ölümü kendisine verilen bir ceza veya kötü davranışının sonucu gibi algılar.

3) 6-10 yaş dönemi: 6-10 yaşları arasında çocuk ölümün geri dönülmez, kaçınılmaz olduğunu ve sona erme olgusunu içerdiğini algılamaya başlayan çocuk, benmerkezci düşüncenin azalması ve bilişsel becerilerinin artmasıyla ölüm kavramına daha gerçekçi yaklaşır. 9-10 yaşlarında artık yerleşen zaman, mekan, nicelik ve nedensellik gibi kavramlar sayesinde çocuk, ölüm ile yaşamı mantıksal temelde ayırt edebilir.

Ölenin kaybına bir neden bulabildiği ve bunu kavrayabildiği zaman ancak kendi suçluluk duygusundan uzaklaşabilir, ölümün ona verilen bir ceza olmadığı sonucundan ve çevresini suçlamaktan kurtulabilir. 9-10 yaşlarında ölüm kavramının, yetişkin düzeyine ulaştığı görülür.

Günün birinde çiçeklerin, hayvanların ve insanların ölümünün çarpıcı gerçekliğini deneyimleyen çocuğa ölüm nasıl açıklanmalıdır?

Çocuğa bu tür haberler verileceği zaman ortam mümkün olduğu kadar dikkatli seçilmelidir. Bir bahçe veya parkta, doğadan örnekler verilerek, ”öldü” sözcüğü kullanılarak, çocuğa yaşam ve ölüm açıklanabilir.Ölümü açıklayanın inancı ne olursa olsun, ölen gökyüzünde, yıldızlarda, uyuyor, Allah Baba’nın yanında veya başka bir insanın vücudunda yeniden doğacak gibi açıklamalardan kaçınılmalıdır. Yakınını kaybeden çocuğun ağlamasına izin verilmeli, acısını ifade biçimine saygı gösterilmelidir.Yetişkin kendi duygusunu paylaşmalı, gözyaşını gizlememeli ve çocuğa sıkıca sarılmalıyı ihmal etmemelidir. Yetişkin o anda çocuğa güçlü görünmek, duygusunu bastırmak zorunda değildir. “Büyükbaban öldü, artık nefes almayacak, kalbi atmayacak, yürümeyecek, yemeyecek, acı duymayacak,hiçbirşey hissetmeyecek” şeklinde konuşmak, duygu paylaşmak, ölen kişinin resimlerine bakmak, çocuğun bilişsel düzeyde ölümü anlamasına yardımcı olur.

Çocuk cenaze törenine gelmeli mi?

Bir çok yetişkin tören sırasında kontrolünü kaybetmekten,çözülmekten, ağlamaktan, başkalarının söyleyeceklerinden ve başkalarıyla karşılaşmaktan korkar. Ne yazık ki, acıdan ve sonunda yaşanacak aşırı tepkilerden korkmak, çocukları da incitme korkusunu içerir. Mevlutlar ve okunan dualar hakkında çocuğu bilgilendirmemek, o sırada yaşanan duyguları bastırmak, hem kendine hem çocuğa haksızlıktır. Çocuğun cenaze törenine katılıp, katılmaması, yaşına, özelliklerine, isteğine ve ailenin kararına bağlıdır. Yakınını kaybeden çocuk, ergen ve yetişkin,

1) şok ve uyuşma

2) inkar ve reddetme

3) özlem, kırgınlık ve öfke

4) üzüntü ve umutsuzluk,

5) yeniden yapılanma şeklindeki yaş evrelerinden geçer.

1. Şok ve Uyuşma: Ölümü konduramama ve gerçeği algılayamama, uyuşukluk ve karmaşa hissetme evresidir. Bazı insanlar bu evrede ağlayamaz. Çocuğun ilk anda tepki göstermemesi, ana-babaların ve diğer yetişkinlerin akıllarını karıştırır. Çocuğun ağlamamasından anne baba endişe duyar, oysa ilk anda ağlamamak, yetişkinlerde de izlenen doğal bir şok davranışıdır. Ölüm, adım adım kabul edilecektir. Bu süreç, zor durumlarla başa çıkmayı kolaylaştıran yararlı ve gerekli koruyucu bir mekanizmadır.

2. İnkar ve Reddetme: Gerçeği inkar etme, algılayamamaktan çok algılamayı reddetmekdir, kaygıyı azaltır.

3. Özlem, Kırgınlık ve Öfke: Özlem: günlük kucaklaşmalardan, kaybedilen kişiyle birlikte olmanın sağladığı güven duygusundan, ödevlerinde yardım almaya, beraber televizyon izlemeye kadar pek çok şeyi kapsar. Kendinden farklı, kayıp yaşamamış çocukların yaşantısını görüp kendi yaşayamadıklarını kavradıkça, özlemin acısı daha da artar. Çocuk, bazen yetişkini tedirgin etse de, fotoğraflara tekrar tekrar bakmayı, kaybettiği yakını hakkında anılar duymayı isteyebilir. Bunları sağlamak, duyulan özlemi bir süre azaltabilir. Küçük çocuklar duydukları üzüntüyü, özlemi, öfkeyi açık biçimde gösterirler, tekme atarlar, itip kakarlar. Ölümü kişileştirerek, sevdiklerini aldığı için ölüme kızarlar, bu olayın olmasına izin verdiği için Tanrı’ya kızarlar, bu olayı engelleyemedikleri için diğer yetişkinlere kızarlar, ölümü engelleyemedikleri için kendilerine kızarlar. Bu dönemde öfkeyi dışa vurmanın uygun yolları aranmalı ve çocuğun duygularını dile getirmesine fırsat verilmelidir.

4. Üzüntü ve Umutsuzluk: Özellikle çok küçük çocukların üzülme süresi daha kısadır, genellikle uzun bir dönem boyunca da üzüntü duymazlar. Ancak üzüntü başka biçimlerde ortaya çıkabilir. Başkalarından uzaklaşarak, kendi başına kalarak, içine kapanarak üzüntü yaşanabilir. Çocuklar anne-babalarını üzmemek için de üzüntülerini göstermeyebilirler. Bazen ağladıklarında, kaybettikleri kişi için değil de başka nedenle ağladıklarını öne sürerler. Bu süreç, gerçek yasın yaşandığı, geri dönüşün olmayışının ve sona ermenin kavrandığı dönemde yaşanılan umudun, beklentinin bitmesidir..

5. Yeniden Yapılanma: Duyguların daha çok konuşulduğu, ölen kişiye veda etme gereğinin duyulduğu, özlemin bitmeyeceğinin, üzüntünün her saniye yaşanılamayacağının anlaşıldığı, dışa dönmenin yaşandığı, hayatın ölen kişi olmadan da güvenli şekilde devam ettiğinin kabulü ile karmaşık duyguların yaşandığı dönemdir. ”Hayat devam ediyor, kaybettiğimiz birey bizimle olsa da olmasa da!”

“Hayat geçmişe bakarak ve ileriye doğru yaşanılarak anlam kazanır” (Kiegard). Şimdiyi, gerçeği “sevgi” ile yaşayalım.


Kayıptan-Sonra-Yaşama-Tek-Ebeveyn-Olarak-Devam-Etmek.jpg

Yazar : Layza OVADYA, Uzman Psikolog – Oyun ve EMDR Terapisti

Hayatın başlangıcında insan yalnız değil, annenin rahminde güvende. Hayata çıkışta da insan yalnız değil, yine anne ve anneye eşlik eden kişilerle hayata, kalabalık bir şekilde karşılanmakta! Ancak, insanoğlunun çaresiz kaldığı gerçeklerden biridir, ölüm kavramı. Belki de ölen kişi açısından da, kalan kişiler açısından da, insanın gerçekten tek başına deneyimlediği ilk olgudur. Ölen kişi hayata tek başına veda etmekte, kalanlar ise acılarını kendi yapılarına ve yaşlarına göre, birbirlerinden farklı olarak yaşamaktadır. Bu yas evrelerinden önce, çocuğun gözüyle ölümü algılama şekline değinmek gerekir.

Çocuğun bir yakınını kaybetmesinin derin etkisi, yetişkininkine benzer ve ölüm kavramının gelişiminde izlenen yas evreleri vardır. Genellikle 3-4 yaşında ölüm kavramı, sürekli ve geri dönülmez bir olgu olarak algılanmaz; 5 yaşlarında ise artık korkutucu olmaya başlar, çünkü ölümün, geri dönüşü olmayan bir bitiş olarak algılanmasının, temelleri oluşmaya başlar. Bu dönemde oluşmaya başlayan ölüm korkusunun altında yetişkinden farklı olarak, yalnız kalma korkusu yatar. 6-10 yaşları arasında çocuk, ölümün kaçınılmaz ve sona erme olgusunu içerdiğini algılamaya başlar. 9-10 yaşlarında yerleşen, zaman, mekan, nicelik ve nedensellik gibi kavramlar sayesinde çocuk, ölüm ile yaşamı mantıksal temelde ayırt eder. Ölenin kaybına bir neden bulabildiği ve bunu kavrayabildiği zaman ancak kendi suçluluk duygusundan uzaklaşır, ölümün ona verilen bir ceza olmadığı sonucundan ve çevresini suçlamaktan kurtulur. 9-10 yaşlarında ölüm kavramının, yetişkin düzeyine ulaştığı görülür.

Yakınını kaybeden çocuk, ergen ve yetişkin, şok ve uyuşma, inkar ve reddetme, özlem, kırgınlık ve öfke, üzüntü ve umutsuzluk, yeniden yapılanma şeklindeki yas evrelerinden geçer. Her ne kadar sıralama bu şekilde gelişse bile, insan sevdiğini kaybettiğinde ölümü yeniden, gerçekten ve kendine ait bir üslup ile öğrenir. ‘Çocuklardan Tanrıya Mektuplar’ kitabında, Jane isimli bir çocuk ‘insanların ölmelerine izin verip, yenilerini yapmak yerine, neden elindekileri tutmuyorsun?’ diye özlem, kırgınlık ve öfke evresindeki bir çocuğun duygularını örneklemektedir.

Çocuklar, yaşamın acı gerçeklerini biz istemesek de öğrenirler, arkadaşının büyükannesi – büyükbabası – annesi – babası – balığı… derken kaybın verdiği o yoksunluk duygusunu ancak kendi başlarına geldiği zaman anlayabilirler. Ölüm sözcüğü neredeyse bir tabu, hatta olay olduğunda ‘öldü’ yerine başka ifadelerle anlatılmaya çalışılır; ‘melek oldu, yıldızlara gitti, cennete gitti, başka boyuta geçti…’. Ölenin eşi, ondan söz ettiğinde de yanındakiler konuyu değiştirmeye çalışır. Oysaki, sevdiğimiz birini kaybettiğimizde, gözyaşı dökmenin, onun hakkında konuşmak istemenin nesi yanlış olabilir? Çocuklarımız bizi gülerken görüyorlarsa, ağlarken de görebilmeliler. Ölüm konusunun tabu olmadığı, sorulan sorulara çocukların yaşına ve algısına göre gerçekçi cevapların verildiği, varsa söz konusu hastalığın açıkça anlatıldığı ve en önemlisi duyguların saklanmadığı evlerde çocuk, ciddi bir kayıp için daha iyi hazırlanmış olur. Yine de yetişkinin bile bir kayıp için hazırlanması çok güç iken, bu çocuk için daha zordur. Yaşanacak üzüntü ve şoku engellemek mümkün değil ancak, çocuk, yaşamındaki ebeveyn ile konuşabiliyor, duygularını paylaşabiliyor ve aynı şekilde karşı taraftan da bunu görebiliyorsa; yalnız bu bile çocuğu rahatlatmaya yetecektir. Amaç üzüntüsünü unutması değil, konuşarak duygularını paylaşması olmalıdır. Çocukların kolay unuttuğu ile ilgili bir kanı vardır, belki de bu, çocukların, ağlarken birkaç dakika sonra kahkahalarla da gülebilmesinden kaynaklanıyor olsa gerek! Bilinmelidir ki, çocuk da, yetişkin gibi yaşadığı her yeni deneyimde üzüntüsünü hatırlayabilir; ‘okul çıkışı herkesin babası yanındaydı ama benim değildi’…

Çocuk yas sürecini yaşarken, öfke ve inanamama gibi duyguların yaşandığı, ona destek olan kişilerce de bilinir, sevecenlik ve anlayış ile yaklaşılabilinirse, kalan ebeveyn ile ilişki daha da kuvvetli ve sessiz bir iletişim içinde devam edebilir.

Yapılan araştırmalara göre, ölüm karşısında verilen ilk tepki şoktur: Çocuk sessiz sessiz geri çekilebilir veya çığlık çığlığa ağlayabilir. Dikkatini başka tarafa çekmeye çalışmak üzüntüsünü sadece bastırır, üzüntüyü ortadan kaldırmaz. Çocuğa sarılarak, ağlamasına, üzüntüsünü yaşamasına, kaybettiği kişi hakkında konuşmasına fırsat verilmelidir.

Diğer bir tepki olan inkar evresinde, sevdiği insanın öldüğünü bildiği halde, sanki geri gelecekmiş hissinin yaşanması durumu vardır. Özlem evresi ise biraz daha gerçekçi bir kısımdır. Özlem duyulan kişinin yokluğu içlerinde korku oluşturur ve umutsuzluk evresi yaşanmaya başlar. Yakınını kaybeden çocuk, yeniden ağlamaya bağırmaya başlayıp, okula gitmeyi rededebilir. Umudu gerçekleşmeyince öfke ortaya çıkartan çocuk, kendisini bırakıp giden kişiye, Allah’a… kızgınlık yaşayabilir ve bunu hareketleriyle gösterebilir; kalan kişiye, arkadaşlarına öfkeli davranabilir, oyuncaklarını kırabilir… Ona destek olan yakın çevresiyle çocuk da yetişkin gibi yeniden yapılanma sürecine girer, bu evrede kabullenme başlamış ve üzüntüsü hakkında konuşabilmeye başlamıştır.

Bu aşamalar için kesin bir zaman sınırlaması yoktur. Yakınını kaybetmemiş kişiler bazen, yasın sona ermesinden söz ederler; ‘artık iyisin değil mi?’, ‘aradan 6 ay geçti hala mı ağlaman geliyor?’ gibi sözler ile karşısındakini hayal kırıklığına uğratarak kızgınlık yaratabilir. Ölümle nasıl başa çıktığımız, kayıptan hemen sonra alabildiğimiz desteğe de bağlıdır, bu tür sözlerin içimizdeki gücü eritmesine izin vermeyip, duygusal olarak hazır olmak gerekir.

Bir çocuğa anne veya babasının öldüğünü söylemek, kalan ebeveyn için karşılaşabileceği en zor durumlardan biridir. Çocuğun yaşı ne olursa olsun, ”öldü” sözcüğü kullanılarak, olayın hemen ardından söylenmelidir. Bunu söylerken ev dışında, her zaman gidilmeyen bir park, bahçe… seçilerek, çocuğu kollarınızın arasına alıp, sarılıp ağlamasına izin verilmeli, acısını ifade biçimine saygı gösterilmelidir. Yetişkin de kendi duygusunu paylaşmalı, gözyaşını gizlememeli, o anda çocuğa güçlü görünmek, duygusunu bastırmak zorunda değildir.

Çocuğun cenaze törenine katılıp, katılmaması, yaşına, özelliklerine, isteğine ve ailenin kararına bağlıdır, ancak katılacaksa yanında onunla ilgilenecek bir yetişkin mutlaka olmalıdır. Törenin nerede yapılacağını, neler olacağını anlatarak, çocuğu hazırlamak gerekir.

Kayıptan hemen sonra kalan ebeveyn olarak, hem anne hem baba olmaya çalışıp kendinize haksızlık etmeyin, çünkü kaybın yerini kimse tutamaz. Fakat, ölen kişi hakkında konuşmak, ölen kişinin resimlerini kaldırmamak, anıları canlı tutabilmeyi deneyebilirsiniz. Yas, aslında sona ermez, çünkü anılar bizimledir ve bize dayanma kuvveti vererek yaşam diyarında bizi daha güçlü kılar.

Çocugum ve Ben Dergisi, Şubat 2007, sayı 44 sayfa 60/62


Oley-İkiz-Bebek-Bekliyorum.jpg

Yazar : Layza OVADYA, Uzman Psikolog – Oyun ve EMDR Terapisti

Her ebeveyn bir sanatçıysa, ikiz ebeveyni de tutkulu bir sanatçı. Neden mi tutkulu? Yola çıkıldığı zaman, ailede ikiz bebeklerin bulunmasıyla veya infertilite tedavisiyle çoğul gebelik bir sürpriz olmaktan çıkıp, beklenti haline dönüşüyor. Bu sefer seçim, bir yere kadar, size ait olduğundan tutku ikiyle çarpılıyor, üzerine heyecan, kaygı ve mutluluk da eklenince duygu fırtınası yaşanıyor…

Anne-baba olmak, hele ikiz anne-babası olmak mucizevi bir olay. Albert Einstein der ki, ‘hayatı yaşamanın iki yolu vardır: Biri hiçbir şeyin mucize olmadığını düşünmek, diğeri, her şeyin bir mucize olduğunu düşünmek…’ Evet, mucize gibi tılsımlı bir olayla, ikiz ebeveyni olunca doğumdan sonra ikizlerin eve gelmeleriyle sağlıklı seçilmiş, tutkunun gücüyle zorluklar da ikiyle çarpılmak yerine, taktığınız gözlüklere bağlı olarak, ikiye bölünebilir. Gerçekler kişiye göre esnemez, ancak bakış açısı esner. Size müthiş zor gelen bir konuda başka bir ebeveyn sizin kadar zorlanmayabilir veya tam tersi. Buradaki etken, takmayı seçtiğiniz gözlüklerinizin yansıttığı duygular olabilir mi? Sizi bu düşünceyle baş başa bırakıyorum…Farkına vardığınızda sürüklenmekten kurtulup, yön vermeye başladığınızı göreceksiniz.

Çoğu kişi ‘ikiz bekliyorum’ dediğinizde, size acıyarak bakıp, ‘kolay gelsin, işin çok zor’ temennisinde bulunuyor. Niye? Çok mu gerçekçiler, bilinçsizler mi yoksa bunun nasıl bir mucize olduğunun farkında mı değiller? Cevap her ne ise, gerçek olan hamilelik aşamasından başlayarak, ikiz çocuk büyütmeyi gözümüzde abartmadan yola devam edilmeli ki, bebekleriniz de kendini farklı ve ayrıcalıklı hissetmesinler! İkizler eve gelmeden önce yapılan büyük organizasyonla, eve geldiklerinden sonra anne ve baba ve eğer varsa anne-babaya destek olacak kişiler, zamanı planlama konusunda çıraklık dönemini yaşamadan ustalaşmak durumundadırlar. Bu yeteneği de ikiz beklerken iç güdüsel olarak kazanmaya başladığınıza ve doğanın bu gücü bağışladığına inandığınızda, her ebeveyn gibi iniş çıkışlar yaşandığında aşılması da her ebeveynin yaşadığı süreç kadar olur.

Zamanı planlama konusu, bebeklerin beslenme, gaz çıkarma, yıkama, bakım, ilgi göstermenin dışında annenin kendine de zaman ayırmasını içermelidir. Burada babanın ve diğer kişilerin desteği çok önemlidir. Zamanı planlarken göz önünde bulundurulması gereken, size uygunluğu değil de bebeklere uygunluğu olur ise, esneme payını kattığınızda ve programın dışına çıkıldığında yarattığı huzursuzluk, daha başa çıkılabilir bir hal alacaktır.

Doktorlar, zamanını doldurarak, ikiz bebek doğuran annelerin sütünün, stresten uzak durup, bol sıvı alındığında her iki bebeği de beslemeye yetecek kadar geldiği görüşündeler. Eğer süt yetmiyorsa, çocuk doktorunuzla da konuşup mama takviyesi gerekebilmektedir. İlk aylardan itibaren tek bebek ebeveynlerinin de yaptığı gibi gece-gündüz kavramını öğretmek gerekir.Gündüzleri aydınlık bir ortamda bebeklerle konuşularak yapılan alt değiştirme, beslenme, evin dışına çıkma ve hatta gündüz uykusunda dinlenilen gecedekinden farklı bir müzik gibi işlemler; akşamları loş ışıkta yapıldığında ileriye yönelik ebeveynlere zaman kazandıracaktır.

İkizlerde duygusal gelişim en merak edilen konulardan biridir. İkizler arasındaki bağ, daha ana karnındayken başlar ve bu bağ dış dünyada daha da güçlü hale gelir. Fiziksel olarak ayrı beyin ve bedene sahip olan ikizlerin, gelişimlerini tam olarak tamamlayabilmeleri için onların farklı kişilik yönleri vurgulanmalıdır. Bireysel gelişimlerini desteklerken, doğumun ilk günden itibaren hatta ana karnındayken başlamışsanız, onlarla ayrı ayrı konuşarak; sonra da onları mümkünse tek tek besleyerek bireysel ilgi gösterilmelidir. Tek çocuğun yaşadığı anne-baba ilgisinin yoğunluğunu, ikiz çocuklarda da yaşatmak mümkündür. Bebeklikten başlayarak teker teker zaman ayrılmalıdır. Haksızlık duygusuyla hep ikisiyle birden ilgilendiğinizde ne bebekler anne-babayı; ne de anne-baba bebeklerin keyfini tam olarak yaşayabilmekteler ve bu vicdan azabı verimliliği de azaltmaktadır. Bu durumda dörtlü beraberliklerin yanına bazen ikili, bazen üçlü kombinasyonlar (anne ve bir bebek, baba ve diğer bebek, anne ve iki bebek, baba ve iki bebek; tabii diğer destekçiler için de geçerli) da eklenmelidir. Yapılan araştırmalar, ikizlere ayrı deneyimleri yaşatmanın özellikle 18 ay ile 3 yaş arasında önem kazandığını ortaya koymaktadır.

Farklı kıyafetler almak, kıyafetlerini ayrı dolaplara yerleştirmek, birbirine benzemeyen isimler vermek, kendi oyuncaklarının olmasını sağlamak, ikizler yerine sizin ve çevrenin de isimleriyle hitap etmelerini sağlamak, doğumgünü şarkısını iki kere söyleyerek iki ayrı pasta ve hediyeler hazırlamak, aynı çocuğu hep aynı aile büyüğüne bırakmamak, tek olarak da alışverişe veya gezmeye çıkmak, birine kızınca diğerine de kızma zorunluluğu duymamak, tutkulu sanatçılık yolunda dikkate alınmalıdır.

İkiz çocukların yetenekleri ve gelişimleri de birbirinden çok farklı olabilir, tıpkı yaş farkı olan kardeşler gibi! İkiz çocuklar yetiştirmenin özel bir formülü yok, ancak basit bir felsefi destekle; her birey ikiz veya değil ayrı bir insandır. Anne-baba bu felsefeyle yola çıktığında, her ikizin ‘kendisi’ olarak yetişebilmesi için gerekli ortamlar sağlanacaktır. Çevre ve hatta anne-baba benzer bir gelişim bekleyip, ikizleri birbiri ile kıyasladığında gelişimleri olumsuz olarak etkilenecektir. Her bireyin ayrı yetenek ve gelişim özelliklerine sahip olduğu unutulmamalıdır.

Kıskançlık tüm kardeşlerde olduğu gibi ikizlerde de görülür, ve yine tüm kardeş ilişkilerinde konuşulması gerektiği gibi, çocuklarla bu duygu da sözel olarak paylaşılmalı ve ifade edebilir hale getirilmeli, anne ve baba, çocuğa duygularını ifade etmesine fırsat veren bir ortam yaratmalı, endişelerini ve kaygılarını konuşabileceği özel anlar sağlamalıdır. İkizlerin bireysel gelişimlerini desteklemek, bu yönde atılacak en önemli adımlardan biridir. Rekabet ortamı yaratmamak ve bağımsızlaşabilmeleri adına ayrı aktivitelere katılmaları, yetenekleri doğrultusunda ayrı hobilere yönlenmeleri, anne-babanın işini zorlaştıracak olmasına rağmen mümkünse ayrı okul değilse en azından ayrı sınıflarda okumaları, ayrı arkadaşlıklar kurabilmeleri birey olmalarının desteklenmesi açısından gereklidir.

Yaşamınızın mimarı olmak istiyorsanız, tutkulu sanatçılar olarak ‘Oley! İkiz büyütüyorum’ düşüncesiyle yolunuza devam ediniz. Yolunuz açık olsun!


kiz-Anne-Babası-Olmak.png

Yazar : Layza OVADYA, Uzman Psikolog – Oyun ve EMDR Terapisti

Eğitimci yazar A.S.Neill der ki: ”Çocuğun yanında olmalıyız. Çocuğun yanında olmak, çocuğa sevgi vermek demektir. Sahip çıkan sevgi değil, duygusal sevgi de değil, yalnızca çocuğa onu sevdiğinizi ve onayladığınızı hissettirecek biçimde davranmak!”

Hamileliğimin ilk haftalarında analiz sonuçlarından çoğul gebelik olduğunu öğrenip de, ilk ultrasona gireceğim zaman doktoruma giderken bir türlü kıyafet seçemediğimi hatırlıyorum, ben onlarla ilk defa tanışacaktım ama sanki onlar da beni göreceklermiş gibi heyecanlanmıştım. İnanılmaz bir heyecan ve taşan bir coşkum vardı. Ultrasonda kalp atışı 1, kalp atışı 2, doktorum daha aramaya devam ediyor… başka bebek var mı diye! 2 kız kardeşin tadını bildiğim için hep iki kızım olsun isterdim. İki kızım oldu, iki kızım da aynı anda gelmeye karar verdi, mutluluğun resmini çektim.

Kızlarımla birlikte olduğum ilk günden beri yakın ve uzak çevremden, sıklıkla karşılaştığım ve beni şaşırtan sorusu: ‘hangisini daha çok seviyorsun?’oldu. Başlarda şaka sanmıştım ama sorular farklı kişilerden farklı zamanlarda geldikçe, sanırım böyle bir ayrım yapılabiliyor diye düşündüm ve kendi kendime DİKKAT! dedim. Çünkü ikiz anne-babası olmak gerçek bir cambazlık (anne-baba olmak zaten cambazlık, ikiz anne-babası olmak iki katı cambazlık!), hatta bazen ahtapot kollarının içgüdüsel olarak ortaya çıktığı çok tempolu, olabildiğince organizasyon gerektiren bir yaşam.

İkiz çocuklarda ilgi dağılımı nasıl oluyor? Hem anne kalbi ve tecrübesiyle hem de eğitimci bir psikolog olarak diyebilirim ki anne-baba ve ilgili olan yakın çevrede hep bir muhasebe ve gözlem durumu söz konusu. Ancak bu muhasebenin sizi yıpratmaması için çok farkındalıklı ve dozunda olması hayatı zorlaştırmayabilir.

Ebeveynliğinizin ilk başlarında ikiz büyütme felsefesini kendi yapınız ve yaşam şeklinize göre oluştururken, çocuklarda bireyselliği desteklemek için yapılması gerekenleri doğallığınızın içinde yaşamak çok önemli. İkiz çocuklar da diğer kardeşlerden farklı değiller; kişilikleri, yapısal özellikleri, yetenekleri ve gelişimleri birbirinden farklı olabilir. Aynı anda gelmiş iki ayrı çocuk gibi düşünüp ve bunun sonucunda gelişen davranış şekillerini, aile içinde birbirinize paralel uygulayabildiğiniz zaman ikiz sendromunun en aza indiğini belirtebilirim. Tüm kardeşlik ilişkilerinde görülen kıskanma, ikizlerde de görülür. Gelişim olarak ön plana çıkan çocuğun daha fazla ilgi alması veya tam tersi gelişimini daha geriden takip eden çocuğu desteklemek adına gösterilen ilgi daha fazla olduğunda diğerinin kıskanmasına sebep olabilir. Ancak bu durum yaş farkı olan kardeşler arasında da vardır. Çocuklardan biri hastalandığında ona daha fazla ihtimam gösterilmesi, birinden birine ev ödevleri için daha fazla zaman ayrılması, bazı durumlarda yemekte birine daha fazla tolerans gösterilmesi…her kardeş ilişkisi olan evde yaşanılan gerçekler aslında. İkiz çocuk olan ailelerde sakınılması gereken yaşamın getirdiği doğallıktan uzaklaşmak değildir, asıl sakınılması gereken çocukları birbiri ile kıyaslamaktır, yetenek ve becerilerinin birbirinden farklı olabileceği gerçeği unutulmamalıdır! Çevre ve hatta aile bireyleri benzer gelişim beklediğinde haksızlık durumu o zaman ortaya çıkar. Çocukların her ikisi de kendi gelişimleri, yetenekleri ve ihtiyaçları doğrultusunda desteklenmelidir. Çocuklara ayrı ayrı zaman ayırmak, ayrı ayrı ilgi göstermek hızlı akan yaşam içerisinde cambazlık gerektirirken, kesinlikle imkansız değildir. Hatta çocukların ayrı ayrı aktivitelere katılmalarını organize etmek, en başında onlara kafiyeli isimler bile takmamak, ikizler diye hitap etmemek, her birinin kendilerine özel oyuncakları, kıyafetleri…olmasını sağlamak, çocuklardan hep birini annenin diğerini babanın paylaşmamasını-dönüşümlü olmasını sağlamak, ayrı sınıflarda olmalarını ayarlamak bireysel gelişimlerini destekleyecektir.

Anne-babalar bütün çocuklarını eşit severler, fakat ikiz veya değil, çocuklarına karşı tutumları aynı olmayabiliyor. Çocuklar arasındaki farklılıklar bazen farklı davranışları da gerekli kılar. Çocuk gözüyle baktığınızda birinden birinin bu konuda şikayet edebileceğini duyabilirsiniz. İkizlerinizin farklı yapılarda olmaları sonucu biri daha kolay ağlarken diğeri daha zor ağlayabilir. Bazı durumlarda, birini ağlaması için yüreklendirirken, diğerini ağlamasını daha çabuk bitirmesi için onu yönlendirmeye çalıştığınızı görebilirsiniz, farklı ihtiyaçlar farklı yaklaşımları doğurabilir. Çocukların gözlem yeteneklerinin ve duyarlılıklarının bizlerinkinden daha derin olduğunu düşünerek, birbirlerine koz olarak kullanmayacakları şekilde bazen neden farklı davranıldığını açıklamak hem gereklidir, hem de iletişimi arttırır. Birinden birini, diğeri için örnek olmasını istemek, kardeş kavgalarında taraf tutmak veya her seferinde hakem konumunda durmak de diğer kardeş ilişkilerinde olduğu gibi haksızlıktır. Anne-baba kardeş kıskançlığının çok doğal olduğunu kabul ederek, çocuklara ayrı ayrı sevgilerini gösterdiklerinde ve dile getirdiklerinde çocuklar rahatlayacaktır. Her durumda olduğu gibi sözler davranışlarla desteklenmelidir. Yani her çocuğun kendine özgü bir kişiliği olduğunu ve olacağını ebeveynlik yolculuğunuzda en başından kabul etmeniz gerekir, sevgi eşit dağıldıkça çoğalarak devam eder.

Anonim olan bir hikayeyi aktarmak istiyorum. Bir anne büyük çocuğunu, kardeş doğduktan sonra da sevmeye devam ettiğini anlatmak için ona der ki: ‘Sana bir hikaye anlatmak istiyorum. Bu dört mum ailemizi simgeliyor. Uzun bir mum alır ve bu anne mum, bu benim için. Mumu yakar. Bu ateş de benim sevgimi simgeliyor. Uzun bir mum daha alır. Bu mum da baban. Sonra anne mumun ateşiyle baba mumu yakar ve der ki babanla evlendiğimde sevgimi ona verdim ama bak bütün sevgim hala duruyor. Küçük bir mum daha alır. Bu mum da senin için. Onu da kendi mumunun ateşiyle yakar. Sen doğduğun zaman sevgimi sana da verdim ama bak bütün sevgim hala duruyor. Babanınki de hala duruyor. En küçük mumu alır ve onu da anne mumun ateşiyle yakar. Bu da kardeşin için. O doğduğu zaman sevgimi ona da verdim. Ama bak benden aldığınız sevgiler hala bende duruyor. Çünkü sevgi böyle meydana gelir. Sen de bütün sevgini sevdiklerine verebilirsin. İçindeki sevgi hiçbir zaman bitmez. Şimdi ailemizdeki şu kocaman sevgi ışığına bak der.

İkiz anne-babaları da iki katı cambazlık yapıp, sevgi ışığını aynı anda yakıp çoğaltarak yolunuz açık olsun!

Çocuğum ve Ben Dergisi, Şubat 2010


Kardeşsiz-Çocuk-Büyütmek.jpg

Yazar : Layza OVADYA, Uzman Psikolog – Oyun ve EMDR Terapisti

Aileye ilk çocuk geldikten sonra, bazen sosyo-ekonomik nedenlerden, bazen ilk çocuğu büyütmenin beklenmeyen zorluklarını yaşamaktan, bazen de kaliteli ilgiyi tek çocuğa gösterme isteğinden tek çocuklu aile sayısı giderek artmaktadır. Tek çocuk kararı vermiş aileler zaman zaman vicdan muhasebesi yaparken kendilerine haksızlık yapmamaları gerekir. Nasıl ki her evli çift anne-baba olmak zorunda değilse, her anne-baba birden fazla çocuk yapmak zorunda hissetmemelidir. Tek çocuk da gayet sağlıklı ve mutlu bir birey olarak yetişebilir, bunun için mutlaka bir kardeşe ihtiyacı yoktur.

Tabii ki bir çocuğun hayatında sosyalleşme, yaşıtlarıyla, küçük ve büyükleriyle sağlıklı ilişkiler kurma, paylaşma, bekleme, dinleme, kurala uyma gibi kavramlar büyük önem teşkil eder, kardeşli bir ailede bu kavramların gelişmesi için doğal ve hazır bir ortam var iken, tek çocuklu aileler bunun için ortam yaratmaları gerekir. Yuva gibi sosyal bir kuruma gitmekle, sık sık değişik yaş grubundan çocuklarla bir araya gelmekle aile içinde oluşan tüm dinamikler yaratılabilir.

‘Tek çocuk mutsuz yetişir’, veya ‘tek çocuk işte paylaşmayı öğrenmedi’, ya da tek çocuk şımarıklığı bu yüzden’ diye anne-babanın bu kalıplar arkasına sığınmamamsı gerekir. Tek çocuk da, eğer anne-baba zaaflı yaklaşmaz, akıllı sevgi dilini kullanırsa mutlu çocukluk yaşayarak paylaşmayı öğrenir ve her çocuk kadar kaprisle büyüyebilir.

Yaşına uygun kurallar konan, her istediği hemen yapılmayan, beklemeyi öğrenen, haklı yerde alkış ve ilgiyi alan, bebek muamelesi yapılmadan bağımsızlığı desteklenen, yetişkin dünyasında büyümeyen, doğru, kararlı ve tutarlı disiplin yöntemleri uygulanan tek çocuk da diğer kardeşli çocuklar kadar huzurlu ve mutlu büyüyebilirler.

Anne-baba, çocuğu tek başına kalmasın diye ikinci çocuğu yapma fikrinin üzerinde düşünmelidir. Eğer ailede, bir kardeş düşüncesi var ise bu düşünce tamamen anne-babanın hazır olmasıyla ve isteğiyle ilgili olmalıdır. Bir çocuğun duyarlı, güvenli, empatik, sosyal, güleryüzlü, şefkatli, merhametli, saygılı, dürüst, bağımsız, hoşgörülü olması çocuğun mizacı, yapısı kadar sizin ona öğrettiklerinizle de ilgilidir.

Çocugum ve Ben Dergisi, Ekim 2008, sayı 62, sayfa 46


ocuğun-Doğallığını-Bozmadan-Gaf-Yapmasını-Nasıl-Engelleyebilirim.jpg

Yazar : Layza OVADYA, Uzman Psikolog – Oyun ve EMDR Terapisti

Çocuğunuz gözlük takan bir arkadaşıyla, yolda gördüğü tek bacaklı bir adamla, çok şişman olan arkadaşının annesiyle, çok kısa boylu olan biriyle karşılaştığında gaf üstüne gaf yaparak sizi utandırıyor ve karşısındaki kişiyi ise açıklığıyla yaralıyor. Otobüste ‘anne, bu teyze ne zaman ölecek?’ dediğinde sözü geçen kişinin aslında çok yaşlı olduğunun siz de farkındasınız veya taksiye bindiğinde ‘amca, senin neden saçların yok?’ dediğinde de doğruyu söylediğinin farkındasınız. Peki çocuğunuzun aslında desteklenmesi gereken bu doğallığını öldürmeden nasıl tepki vermelisiniz?

3-4 yaş arasında, çocuğun dil becerisi ve kişilik yapısının da gelişmesiyle çocuk, sosyalleşmeye ve sosyal ortamda kendini daha çok ifade etmeye başlar. Yaşlılar, özürlüler, kısa boylular, uzun boylular, şişmanlar, çirkinler…Bunları hiç çekinmeden de belirtir, bu her ne kadar anne-baba olarak sizi utandırıp, anne-babalığınızı sorgulatır hale getiren bir durum ise de çok normaldir, üstelik doğal ve meraklı olması için de gereklidir. Çocuğunuzun size yaşattığı utanç duygusunu ve onun eğitiminde neyi eksik bıraktığınız ile ilgili düşüncelerinizi bir kenara bırakarak, çocuğunuzun toplum kurallarını hemen tanıyamayacağını, tecrübeyle, sizin vereceğiniz örneklerle, yapacağınız duygusal paylaşımlarla gelişeceğini kabullenmelisiniz. Bunun için üzerinde durulması gereken ise, ‘ ne biçim konuşuyorsun, çok ayıp’ diyerek susturmak yerine, zaman içerisinde farkındalığını kaybettirmeden, duyarlı çocuklar haline getirmek olmalıdır.

Çocuğunuzu ayıplarla, günahlarla, başkası nasıl ve ne düşünür şeklindeki yüklerle doldurmak; hayret etme yeteneğini ve muhteşem doğallığını zedeler. Büyüdükçe, hayret etme yeteneğimiz zaten körelmiyor mu, acıklı olarak dünyaya alışmıyor muyuz? Çocuklar için ise, dünyadaki her şey ilginçtir, yenidir, farklıdır; büyükler için ise sıradandır. 3-7 yaş arasında, çocuk, kendinden farklı biriyle karşılaştığında ve gaf yaptığında; özür diletme çabanızın sebebini anlamaz, direnir. Böyle bir durumda sizin karşı taraftan özür dilemeniz ve yalnız kalabileceğiniz sakin bir ortam yaratmanız yerinde olacaktır. Uygun bir zamanda olayın üzerinde durup; herkesin farklı olduğunu, herkesin kendine ait özellikleri olduğunu açıklamalısınız. Ona (kitaplardan, televizyondan sarışın/esmer, uzun/kısa, zayıf/şişman, beyaz/zenci, sokakta özürlüler gibi…) değişik fizikteki insanlar olabileceğini, değişik isim veya soy isimlerin olabileceğini anlatmak, onunla duygunuzu paylaşarak, kendini alay ettiği veya alay amacıyla olmasa bile gaf yaptığı kişinin yerine koyarak empatik düşündürebilirsiniz.

Amaç, çocuğunuzun kendini kötü hissetmesi ve dolayısıyla takrarlamaması olmamalı; amaç toplum yaşamının bir kuralı olarak tanımadığı insanlara her şeyi söylememesi, çocuğunuzun böyle bir durumda her zaman önce sizinle konuşmasını destekleyerek, farklılıklara saygı duymasını öğretmek olmalı.

Unutmayın ki, onlara bu yaşlarda öğrettikleriniz, hayatı ve bilgiyi nasıl keşfedeceklerini belirlemeye, bilgiyi ise kendi süzgeçlerinden geçirerek adaletli, cesaretli ve duyarlı bir yaşam tarzı oluşturmalarına yardımcı olacaktır.


Uyku-Problemleri-1200x800.jpg

Yazar : Layza OVADYA, Uzman Psikolog – Oyun ve EMDR Terapisti

Uyku çok gizemli bir süreç, hala neden uyuduğumuz ve ne işe yaradığı tam olarak bilinmiyor. Bilinen şey, beyin, günlük aktivitelerimizi yürütmek için gerekli olan kimyasal maddeleri uyku sırasında depoluyor; yani vücudumuz ve belki de aklımız için restore edici bir fonksiyonu var. Ayrıca büyümeyi etkileyen bazı hormonlar daha çok geceleri salgılanıyorlar.

Beyindeki uyku merkezleri, uyku ve uyanıklık sürecini yani yaşamın ritmini belirliyor. Bu da bizim biyolojik ritmimizdir. İlk 3 ay, çoğu bebek gece karanlık, sessizlik olması ve aktivite olmamasını, gündüz ise aydınlık, gürültü ve aktivite olduğunu algılayarak uyum sağlamaya başlar. Bebek 2 aylık olduğunda, beyin gelişimine paralel olarak uyku düzeninde de ciddi değişimler olur. Zamanla uyku süresi kısalırken, bebek bir seferde daha uzun süre uykuda dalabilir.

Güven ve bağlanma duygularının geliştiği 6. aydan sonra gece uykularında bir miktar bozulma görülebilir. Bu aylarda diş çıkarma, belirgin bir uyanma sebebi haline gelebilir. Dişetlerinin kızarması ve şişmesi belirtileridir. 9 ay civarında ayrılık anksiyetesinin gelişmesi de uykuyu olumsuz etkileyebilir. Aşırı hareketli bir mizaca sahip bebeğin uyku düzenini oturtabilmesi uzun sürebilir. Bebeğin düzenli uyuyamamasının bir nedeni de onu yatıran anne-babanın stres altında olması olabilir.

Eğer beslenme, oyun, banyo ve diğer aktivitelerin yeri değişirse, bu değişiklikler onun uyku ritminin düzensizleşmesine neden olabilir. Bazı bebekler, günden güne rutinlerindeki değişikliklere diğerlerinden daha hoşgörülü olabilir. Diş çıkrama, hastalık, annenin işe başlaması, bakıcı değişikliği, tatiller veya ailedeki bir huzursuzluk, onun uyku düzenini bozabilir. 3 aydan önce bebek, uykusu gelene kadar sallanır, kucakta tutulur veya emzirilir. Ancak sağlıklı uyku alışkanlığının kazandırılmasına doğar doğmaz başlanmalıdır, kendi yatağında, sallamadan, kucakta ya da memede uyutmadan. Eğer 5-6 aylıkken bile uykusu düzene girmemişse, yatma vakti rutinlerini gözden geçirmek gerekir. Gecede birkaç kez ağlayarak uyanan ve tüm yöntemlere rağmen, uyuması uzun dakikalar süren bebeği tekrar uyutmak, anne-babayı doğal olarak yorgun, huzursuz, kızgın yapabilir, fakat idrak edilmesi gereken şey, anormal bulunan gece uyanmalarının çok normal olduğudur. Bebekler ve çocuklar doğru şartlar var olmadıkça uyuyamaz ve uykuya tekrar dalamaz, çünkü uykuya nasıl dalacağını öğrenmemişlerdir. Bebekler uyumak için çok çeşitli alışkanlıklar geliştirebilirler. Kendilerinin veya annelerinin parmağını emebilir, battaniyeye sarılabilir, kendilerinin veya başkalarının saçlarına parmaklarını dolayabilirler. Bir kere şans eseri sakinleşmelerine yardımcı olmuş olan bu yöntemleri devam ettirirler. Aslında yumuşak, ipeksi ve tüylü şeylere dokunma, bir şeyleri emme, sallanma veya okşanma gibi ritmik hareketlerin gerçekten sakinleştirici etkisi vardır- fakat alışık olan bir bebek bulamazsa büyük krizler yaşayabilir. Uykuya dalmakla ilişkilendirdikleri şartlar; müzik, şarkı mırıldanılması, sırtının okşanması, masal anlatılması, annenin kokusu… gecenin bir vakti birkaç kere aynı şekilde gerçekleşemediğinden, problem uyanmalar değil, tekrar uykuya dalmadır. Bebek, tekrar uyku şartlarını kurmak için anne-babaya-bakıcıya ihtiyacı varsa (sesi,kokusu,teni…), istemsiz olarak birkaç kere uyanma ihtiyacı hissedebilir. Doğduktan birkaç ay sonra karanlık ve sakin bir odada tek başına uykuya dalmasını öğretmek gerekir, kaldırılmamalı, sallanmamalı, emzirilmemeli, radyo, televizyon, biberon veya emzikle sakinleştirilmemesi daha iyi olur. Biraz ağlama duymadan problemin çözülemeyeceğini önce anne-baba etmelidir.

Bebeği uykulu ama henüz uykuya dalmamışken yatağa yatırmak gerekir. Kademeli yaklaşımda bebeğin, anne-babasının hala yakınında olduğunu ve onunla ilgileneceğini hissetmesi gerekir, bunu da ancak deneyimle öğrenebilir. Eğer içeri girmeden önce kısa bir süre beklenir ve bekleme süresi kademeli olarak arttırılırsa bebeğin öğrenmesi daha kolay olur. Belirli aralıklarla yanına gidildiği takdirde de, kendini terk edilmiş ve güvensiz hissetmeyecektir.

Bebek, uyku ve beslenme arasında bağlantı kurmuşsa, çocuk doktorunuzun da onayıyla, bu bağlantıyı kırmak gerekecektir. 4. veya 5. ayda, normal şartlarda gece beslenmeleri sona erer. Gece biberon veya memeden besleniyorsa, bir anda beslenmeyi kesmek yerine, miktarını ve sıklığını yavaş yavaş azaltmak iyi bir yöntem olabilir. Bunu akşamüstü veya öğle uykusu öncesinde de yapmak iyi olabilir.

Eğer uykuya dalarken emzik kullanıyorsa, emziksiz uyumayı öğrendiğinde emziği tamamen bırakacaktır. Bütün gün ağzında ise, sadece geceleri kaldırmak zor olacaktır. Gün içinde bunu yavaş yavaş azaltmak gerekir.

İlk birkaç gece kolay olmayacaktır, pes edilmezse 1-2 hafta içinde bile işlerin gittikçe düzeldiği görülecektir. Bazen kararlı, bazen kararsız davranılırsa, bebek veya çocuk her anı pes edilecek an olarak bekleyip savaşacaktır.

Bazı durumlarda daha büyük aylarda, çocuk o kadar çok ağlayabilir ki, sonuçta kusabilir. Tesadüfen kendi kendini kusturmayı keşfeden çocuğun yanına zaman dolmasa bile içeri girip ekstra ilgi göstermeden ve paniklemeden, üstünü değiştirip hemen odadan çıkılmalıdır. Yanında kalınır ise, kusmayı istediğini elde etmek için kullanmayı öğrenecektir. Kusmak, çocuğun canını acıtmadığı için suçluluk da hissetmeden yolunuza devam etmelisiniz.

Bir tatil ya da hastalık sırasında geçici değişiklikler yapılabilir fakat her şey normale döndükten sonra da çocuk yeni koşullarını isteyebilir. Bu noktada pes edilirse, uyku bozuklukları alışkanlık haline gelebilir; özellikle 6 ay-1 yaş arasında sık görülür.

Anne-babaların en çok sorduğu, bebeklerin veya çocukların ağlamalarına izin vermenin, kalıcı bir psikolojik zarar verip vermeyeceğidir. Uyumayı öğrenirken ağlamalarına biraz izin vermek, hiçbir zaman psikolojik zarara sebep olmaz, anne-baba çocuğuna sevgi ve şefkati gösteriyorsa ve terk edilmeyi yaşatmıyorsa, ağlatmanın sakıncası yoktur.

Kademeli yaklaşım yöntemi uygulamaya karar verildiyse, buna sadık kalınmalı, programa haftasonu başlamak çalışan anne-baba için daha uygun olacaktır. Önceden ne kadar beklemeniz gerektiğinin programı yapılmalıdır. Gece karar verilen bir bekleme süresi, 10 dakika ise bile, 1 saat gibi gelebileceğinden kendi kendinizi sabote etmenize neden olabilir. Çocuğun yavaş yavaş sakinleştiği hissediliyorsa, içeri girmek, onu tekrar uyaracaktır, süre biraz uzatılabilir.

Hep anne veya hep baba mı çocuğun yanında olmalıdır sorusuyla da sık karşılaşmaktayım. Aslında sırayla çocuğun yanında olunması daha iyidir. Çok sıkı bir sıra değiştirme programı değil ama size en uygun program uygulanmalıdır. Haftaiçi-haftasonu, gecenin ilk yarısı-ikinci yarısı gibi bölüşmeler yapılabilir. Eğer anne veya babadan bir tanesi o ana kadar bütün uykuya dalmalarda veya uyanmalarda yanında bulunduysa, diğer ebeveynin yeni bağlantı kurmayı öğretmede daha çok şansı olacaktır, çünkü eski bağlantının parçası değildir.

Öğrenme süreci başladığında bakıcıyı devre dışı bırakmakta fayda var, çünkü sizin tepkilerinizin aynısını veremeyeceği için çocuk da tam olarak ne bekleyeceğini anlayamayacaktır. Sizin olmayacağınız bir gece var ise de, uzun vadede çok etkisi olmayacaktır, yalnız ertesi gün programa yeniden başlanmalıdır. Rutinler iyice yerine oturduktan sonra, bakıcıdan yeni rutinleri denemesi istenebilir. Gündüz başka biri bakıyor, gece siz devreye giriyorsanız ve bakıcı bu programı gündüz yapamayacaksa, sadece gece yürütün programı. Gündüz ve gece uykularının farklı kişiler tarafından düzenlenmesi, ikisinin de aynı kişi tarafından dengesiz düzenlenmesinden daha az probleme sebep olur.

1 yaş öncesi hiç problem çıkarmadan uyuyan çocuk, 1-2 yaş arasında yatmamak için direnmeye başlar. Tek sebebi korkular değildir, tabii. Fakat sebep gece korkularıysa, çocuğu rahatlatmak gerekir. Gece lambası, sevdiği bir obje, rahatlatıcı uyku düzeni sağlanması (banyo yapmak, pijama giymek, masal okumak, hafif müzik çalmak…) çözüm olabilir. Gece korkularının başlaması normaldir, eskiden ışıklar söndüğünde her şey bitiyordu, şimdi ışıklar sönse bile her şeyin devam ettiğinin bilincinde. Korkarak uyandıysa, onu rahatlatmak çok önemlidir. Işığı açıp kucağa almanız gerekmeyebilir, yanında durup, sırtını okşamak, onunla konuşmak yeterli olabilir. Kucağa alıp almamaya şiddetine göre karar verin.

Korku, her zaman olumsuz bir duygu olarak görülmemelidir. Aslında hayatta kalabilmenin en önemli, en derin kavramlarından biridir. Elinizi bırakıp caddeye fırlamak için hamle yapan bir çocuğu azarladığınızda, korkar. Fakat trafiğin tehlikeli olduğunu anladığından değil, sizin ses tonunuzdan. Burada sizin uyarılarınız, tehlike ve korku kavramlarını birleştirir ve onu uyanık tutar, fırlamaması gerektiğini öğretir.

Çocuk gece kabus gördüğü için bağırdığında, doğal olarak anne-baba çocuğun yanına koşar. Aslında kabus görmek de tıpkı yukarıdaki paragrafta belirttiğim gibi bazen gerekli bile olabilir. Gün içinde yaşanan ve başa çıkılamayan heyecan, kaygı, korku gibi istenmeyen duyguların sağaltımına olanak sağlar. Kabusla uyanan bir çocuğun kendini güvende hissetmeye ihtiyacı vardır. Işıkları tamamen yakmadan, çok gerekli olduğunu hissetmiyorsanız yataktan çıkarmadan veya kucağınıza almadan onunla konuşun ‘yanındayım, merak etme uyuyana kadar burdayım…’ ancak o kabusuyla ilgili konuşmuyorsa detayları öğrenmek için gece çabalamayın. Kendisi anlatır ise de uzun konuşmadan ona güven verin. Gecenin bir vakti siz onu yanınıza alırsanız, kabusların tehlikeli ve korkutucu olduğuna kendisini inandıracaktır.

Çocuk bazen kabuslardan farklı olarak gece terörü yaşar. Genelde uykuya daldıktan sonraki ilk 3 saat içindeki derin uyku diliminde gerçekleşir. Fiziksel tepkileri ise terleme, kusma, hızlı kalp atışı, kesik kesik nefes alma…olabilir. Hareketleri bilinçsiz ve çığlık atar ancak sizi tanımaz, hiçbirşey hatırlamaz ve açıklayamaz. Böyle bir çocuğu kesinlikle ani bir şekilde uyandırmamak gerekir. Ertesi sabah konuşmak da faydasızdır. Gece terörü en çok 5 ve 7 yaşları arasında görülür. Araştırmalar gece terörü yaşayan çocukların %96 sının ailelerinden birinde kısmi uyanma bozukluğu yaşadığını ortaya koymuştur. Gece terörü genelde zor dönemden geçen, duygularını çok paylaşmayan, içine atan çocuklarda daha sık rastlanır. Bu yapıdaki çocuğa duygularını ifade etmeyi öğretmek gerekir, gerek model olunarak gerekse alınabilecek profesyonel bir destek ile.

Gece uykularında bebeğinizin veya çocuğunuzun diş gıcırdattığını duyabilirsiniz. Bebeklerin %50 si 1 yaşını doldurmadan olan dişlerini gıcırdatırlar. Tıp dilinde diş gıcırdatma ‘bruksizm’ diye isimlendirilir. Bebeklerde genelde 10 aylıkken başlar ve bebeğin ön dişleri çıktıktan sonra görülür. Diş gıcırtdatma yetişkinlerde diş problemlerine yol açarken, bebeklerde endişe edecek bir durum yaratmaz. Bazı bebekler yan yatarken dişlerini fazla gıcırdatmazlar, bebeğiniz uyumadan önce yada uyuduktan sonra doktorunuz yan yatmasında sakınca görmüyor ise yan çevirmeyi deneyebilirsiniz.

Diş gıcırdatmasının sebepleri arasında diş hekimliği literatüründe stres (pişmanlık, uykusuzluk, takıntılı olma hali, kıskançlık…), dişlerin birbirleriyle iyi temas etmemesi, yetersiz beslenme, barsak parazitleri, alerjiler, endokrin bozuklukları, diş çürümeleri ve uyku pozisyonu ile ilişkili olduğunu gösteren çalışmalar mevcuttur. Bu arada gün içinde su ihtiyacı giderilmemiş çocuklarda, bruksizmin oluşabileceği de öne sürülmektedir. Son yıllarda yapılan araştırmalar, diş gıcırdatmanın allerjik çocuklarda üç misli daha fazla görüldüğünü göstermektedir. Gıcırdatma, saman nezlesi, sinüzit, burun kemiği eğriliği, burun polipleri olanlarda daha fazladır. Bunlar genellikle geceleri ağzı açık yatan, horlayan ve salyaları akan çocuklardır. Bu çocuklarda kulak ağrısı ve kulak iltihaplarına da çok sık rastlanır.

Gelişimimizin önemli bir parçası olan uykunun ve uykuya geçişte önemli rol oynayan ritüellerin düzenlenmesi için gerekli görüldüğünde bir uzmandan yardım alınmalıdır.

Çocugum ve Ben Dergisi, Mart 2010


Okul-Öncesi-Yaş-Grubunda-Arkadaş-Etkisi-Ve-Özgüven.jpg

Yazar : Layza OVADYA, Uzman Psikolog – Oyun ve EMDR Terapisti

Sosyalleşme cesaret işidir, hele ki okul öncesi çocukları için; neden mi? Çocuk, aile ortamından çıkıp kendi yaşıtlarıyla bir araya gelmesiyle, cesaretini de şekillendirmeye başlar.

Sosyalleşmenin şartları olarak; diğer çocuklarla iletişim kurmak, onlarla konuşmak, oyunlarına katılmak, oyun kurmak, istemediği bir konuda ‘hayır!’ diyebilmek, sorgulamak, sevmediği şakalarla veya alaylarla mücadele edebilmek, malını paylaşmayı öğrenmek; istemediğinde korkusuzca vermeyebilmek,  haksızlığa uğradığında hakkını arayabilmek, düşüncelerini açıklayabilmek, karşısındakini de ezmeden onun hakkına da saygı göstermek, … kesinlikle cesaret işi! Bir adım daha ileri giderek, bu oluşumları ileriki yıllar için, iş görüşmeleri, işe girme, romantik ilişkiler…gibi sosyal olayların da alt basamakları olarak görebiliriz.

Bebeklikte sosyalleşme veya ilişki kurma 6. aydan sonra birbirlerine bakarak, dokunarak, taklit ederek oluşmaya başlar. Rekabetin olmadığı bir ortamda 18. ay gibi bir dönemden itibaren yan yana oynarlarken; okul öncesi bir dönemde zihinsel olgunlaşmanın da sonucu olarak, oyun aracılığıyla çocuk kendileriyle ilgili geri bildirim de alır. Arkadaşların, aile gibi koruyucu rolleri yoktur, özellikle de acımasız olup, zaaflar keşfedildiği takdirde bunu kullanma yoluna gidebilirler. Çocuğun kendini ifade etmesi açısından büyük önem taşıdığı 3-6 yaş döneminde, duygusal ve sosyal gelişimin sadece aile tarafından karşılanması kesinlikle yeterli değildir. Ancak aile içinde yapılan sohbetler, paylaşımlar sayesinde çocuğun arkadaş ilişkileri de gelişir. Arkadaşlık çocuğun cesaretini şekillendirirken, işbirliği, sorumluluk ve özgüven de kazandırır.

Çocuğuna;

-güvendiğini gösteren ve yaşatan,

-yol gösteren,

-gündelik hayatta karşısına çıkan problemlere hazır çözümler vermek yerine, çözüm bulduran,

-aşırı  korumacı yaklaşmayan,

-sorumluluk veren (çocuğun canı istediği zaman değil de düzenli olarak yapması  önemlidir),

-kendini ifade edebileceği, başarılı, yetenekli ve iyi hissedeceği ortamlar yaratan,

-neden sonuç ilişkisini güçlendirmeye yönelik sorular soran, çocuğun sosyal muhakemesinin gelişmesine fırsat veren,

-başladığı işi bitirmesi konusunda motive eden, destek ve model oluşturan,

-başarısızlıkta yaptığının zor olduğunu kabul edip denemesi için yüreklendiren, mücadele etmeyi öğrenmesini sağlamak için destek olan,

-kendi kararlarını verebilmesi, seçim ve tercihlerini yapabilmesi için uygun ortamlar yaratan, tüm bunlara uymasını ve sonuçlarına katlanmasını sağlayan;

anne-babalar, maddi değeri olmayan ancak manevi değerine fiyat biçilemeyecek bir yatırım yaptıklarını unutmamalıdırlar.

Bu yatırımın  temelinde kendi ihtiyaçlarını açıklayabilme, hakkını koruma ve çözüm üreterek yoluna devam edebilme becerisi vardır. Bugün, geçmişe göre daha karmaşık bir dünya ve yarın da bugüne göre daha karmaşık olacak. Anne-babanın çocuğuna bırakabileceği en büyük mirasın özgüven olduğunu düşünmekteyim. Darwin’in evrim teorisinden esinlenerek, ‘’özgüveni’’ güçlü olan hayatta kalır; iç dünyasındaki fırtınayla savaşma gücünü içinde hisseder! Durgun bir yaşantımız da olmadığına göre çocuklarımızda en çok bu kavramın geliştirilmesine ihtiyacımız vardır!


ocuk-Psikoloğuna-Neden-İhtiyaç-Duyulur.jpg

Yazar : Layza OVADYA, Uzman Psikolog – Oyun ve EMDR Terapisti

Anne-baba olmak geri dönüşü olmayan bir yolculuğa çıkmak demek.  Bu yolculuk içerinde, isteyerek veya istemeyerek uğranılan her limanın, yaşama renk ve değer kattığının farkındalığında olunmalıdır ve bu limanlarda bir veya birden fazla problemler çok yaşamak doğaldır, çünkü yaşam inişli çıkışlıdır.

Toplumsal koşulların değişmesi,  teknolojinin çok hızlı gelişmesi, gerek aile içi gerek insan ilişkilerinin farklılaşması, kadınların eğitim düzeyinin yükselmesiyle çalışan anne sayısının artması ve dolayısıyla çocuğa ayrılan sürenin azalması, değişen rollerle beklentilerin de değişmesi, bilgiye ulaşmanın kolaylaşması ve bazı durumlarda bilgi kirliliği yaşanması, çekirdek ailelerin artmasıyla çocuğa olan aile içi desteklerin azalması günümüz anne-babaların, anne-babalık tutumlarını düşünmelerine etken olan sebeplerden bazılarıdır.

Yaşamın bütün bu renkleri içerisinde bazen unutulan bir şey vardır, anne-baba olmanın tek bir doğrusu veya çocukların kullanım kılavuzu olmadığıdır. Her ailenin iç dinamiği farklıdır, çünkü her birey farklıdır! Elbette çocukları büyütürken herkesin bildiği, kabul görmüş değerler vardır ancak bazen şartlar, bazen de çocukların kendisi, farklı çözümler aranmasına sebep olabilmektedir. Dolayısıyla değişen toplumsal koşullar ve okullardaki rehberlik ve danışmanlık servislerinde çalışan rehber ve  öğretmenlerin bilinçli yaklaşımı, çocuk ruh sağlığını çok daha önemsenen bir alan haline getirmiştir. Çocuk ruh sağlığı, çocukların problem alanlarını inceleyen ve çözmeye çalışan bir uzmanlık alanıdır. Çocuk ruh sağlığı alanında  psikolog, psikiyatr, pedagog, rehberlik ve araştırma merkezleri, okul psikologu, öğretmen, nörolog, çocuk doktorları, sosyal çalışma uzmanı, ve aile bazı durumlarda bir ekip halinde çalışırlar.

Bir çocuğun psikolojik destek alma sürecinde; çocuğun yaşı, içinde bulunduğu gelişim dönemi, çocuğun kişilik özellikleri, anne-babalık tutumları ile ailenin değer yargıları da belirleyici olabilmektedir. Günümüzde bilinçli anne babalar hamilelik döneminden başlayarak psiko-pedagojik destek alabilmekte ve çocuklarının ihtiyaç duydukları konularda uzman görüşü alarak çocuklarını yetiştirebilmektedir, dolayısıyla psikologa sadece tedavi amacıyla değil, önlemek amacıyla da gidilebilmektedir. Bazen çocuğun yaşına ait bazı özellikleri bilmek de anne-babaya yardımcı olabilmektedir. Rastlanan problemlerin, anne-baba tutumlarının düzenlenmesiyle ortadan kalkabilecek davranışsal sıkıntılar olduğu belirlenebilmektedir.  Bazen de problemler zaman geçtikçe kalıcı bir hal alıp kendi çabanızla çözümlenemiyor olabilir. Yaşanan sıkıntının kaynağını, sıkıntıyı devam ettiren faktörleri ve çözüm yollarını bulmak için de bir çocuk psikologuna başvurulabilinir.

Her çocuğun kişilik özellikleri farklı olmasına rağmen geçmeleri gereken ortak gelişimsel basamaklar vardır. Çocuk psikologu, çocuğun gelişimsel dönemini takip ederek, bazı sorunların hafiflemesini, bazılarının kısmen giderilmesini, bazılarının da tamamen yok olmasını sağlayabilir.

Bebeklik döneminde çocuk psikologunun desteğine ihtiyaç duyulan  konular arasında, anne- bebek ilişkisi, kolik, memeden kesme, emzik-biberon bırakma, parmak emme, yeme problemleri, uyku problemleri,  anneden ayrılma sıkıntısı, bakıcı ile ilişkiler

Okul öncesi dönemde çocuk psikologuna ihtiyaç duyulan konular arasında, iki yaş krizleri (vurma, ağlama, itiraz, öfke nöbetleri), tuvalet eğitimi, yeme bozuklukları, mastürbasyon, kardeşe hazırlık, kardeş ilişkileri, hareketlilik, okul seçimi, okul olgunluğu belirleme

Okul döneminde çocuk psikologunun desteğine ihtiyaç duyulan  konular arasında, öğrenme, dikkat ve algı ile ilgili zorluklar, arkadaşlık ilişkileri, sosyal beceriler, korkular, endişeler, sınav kaygısı

Ergenlik döneminde çocuk psikologunun desteğine ihtiyaç duyulan  konular arasında, ergen – anne/baba ilişkileri (bağımlılık, bağımsızlık, iletişimsizlik, çatışma), kimlik arayışı, arkadaşlık ilişkileri en sık rastlananlardandır.

Her dönem oluşabilecek ve desteğe ihtiyaç hissettirebilecek konular arasında ise, özgüven  yetersizliği, çekingenlik, uyum sorunu, takıntılar, ebeveyn / kardeş kaybı, boşanma, doğal afet (deprem, sel…), psikosomatik şikayetler, davranış bozukluğu (yalan, çalma, tırnak yeme, tikler…), travma (kaza, cinsel taciz…), disiplin sorunu (inat, hırçınlık, söz dinlememe…), evlat edinme olabilmektedir.

Globalleşen dünyada günümüz anne-babalarının yükü bir önceki nesle kıyasla daha ağır. Günümüz çocuklarının daha mutlu, daha başarılı ve daha sağlıklı bireyler ve geleceğin anne-babaları olabilmeleri için kendilerini tanımalarına, gerçekleri ve aradıkları cevapları kendi içlerinde bulmalarına ihtiyaç vardır. Onların kendi yolculuklarında ise anne-babanın yöneten değil, yönlendiren olarak kalmayı öğrenmeye ihtiyacı vardır. Çocuk psikologu anne-babanın sezgilerinin ve iç güdülerinin yanına farkındalığı da ekleyerek hedefe ulaşmayı kolaylaştırabilmektedir. Mükemmelliğin arandığı günümüz şartlarında, mutlu çocukların mutlu anne-babaları olmak şansa bağlı değildir, anne-babanın kendi ve çocuklarının yapısal özelliklerini tanıması ve bu yolda farkındalıkla ilerlemesine bağlıdır.


Simge Psikoloji Çocuk, Genç ve Aile Danışmanlık Merkezi, Simge Oyun Terapisi Eğitim Merkezi’nin kardeş kuruluşudur. Simge Oyun Terapisi Eğitim Merkezi YALNIZCA MESLEKTAŞ EĞİTİMİNE yönelik hizmet vermektedir.